• Hakkında
    • Yazılar
    • İletişim

Camdan Kale

  • Tiyatro ve Hukuk

    Haziran 23rd, 2023

    Duruşma salonunun iç tasarımında yer alan öğeler sembolik niteliktedir. Örnek vermek gerekirse, bir muayenehanedeki araç gereçlerden farklı işlevlere hizmet etmektedir. Bir diyaliz cihazının işlevi kişinin sağlığına yönelik doğrudan araç olarak kullanılmaktadır. Duruşma salonundaki, hakimin podyum vasıtasıyla yüksekte olması ise hiyerarşik düzeni temsil etmektedir. Yargılama makamı, yargılamanın diğer süjelerinden üstün niteliktedir. Yazılı kurallara da dayanan bu durum seyirciye ve süjelere yönelik bir iletişim aracıdır. Örneğin, muayenehanedeki bir stetoskop ise doğrudan araçsal amaca hizmet eden, hastanın ritmini işitsel olarak doktora aktaran bir dinleme aracıdır. Hakim podyumunun ise bu tarz mekanik ya da duyulara yönelik, örneğin işitsel bir görevi yoktur. Hakimin daha iyi duyulması ya da görülmesi için orada değildir. Hakimin sembolik olarak daha önemli olduğuna işaret etmek için orada bulunmaktadır. İktidarın bir parçasıdır. Hukukun gücünü temsil ettiğini, icrai kabiliyeti olduğunu, rıza dışında sonuçlar doğuracağının uyarıcısıdır. Buna tabi olduklarını hem izleyicilere doğrudan, hem de diğer yargılama süjeleri anlatmaktadır. Aynı zamanda izleyicilere, diğer süjelerin de bu hiyerarşide altta kaldığını işaret eden bir semboldür. Örneğin muayenehanedeki beyaz önlük de benzer performatif bir görev görmektedir. Çıkış itibariyle işlevsel bir ayrım da olsa, bir diğer boyutuyla kişinin uzmanlığını aktarmaktadır. Diğerlerinden ayrıldığını gösteren bir kostüm ile kişiyi işaretlemektedir. 

    “Adalet mülkün temelidir.” ibaresi ve üç boyutlu Atatürk büstü duruşma salonundaki metaforların bir parçasıdır. Devlet erkinin ve iktidarın işaretleridir. Hukukun kime ve ne amaçla hizmet ettiğini aktarmakta, hakimin üzerindeki hiyerarşiyi iletmektedir. Nitekim bir sonraki duruşmada tamamen farklı hukuki usul ve kurallara tabi olan, yazılı olarak bakıldığında farklı bir yargılama tipi görülse de bu semboller değişmez. Bunların kalıcılığı ve yazılı hukuku tamamlamakta ve metaforik olarak etkilemektedir. 

    Bu nedenle, bir başka mesleki temsilde kullanılacak dekoratif öğeler sadece basit taklitler ve imitasyonlar olabilecek, örneğin steteskopun doktorun boynunda asılı olması, klişe kaçabilecektir. Kör göze parmak olarak değerlendirilebilecektir. Hukuki canlandırmada ise mimari dekorasyon tekdüze bir iletişim aracı değildir. Oyunun anlamsal çok boyutluluğunu sağlayabilmektedir. Hikayeyi bütüncül aktarabilecektir anlatıcılardır. 

    Tiyatro oyununda ise duruşma salonu çok kuvvetli bir biçimde görsel ve fiili olarak aktarılmaktadır. Tiyatro izleyicileri, oyunun başında ve sonunda mübaşir tarafından ayağa kaldırıldığında, adeta gerçek bir duruşmadaki gibi izleyiciler kadar ciddi ve ihtiyatlı beden hareketleri sergilemiştir. Mübaşirin de katkısıyla buna ulaşılmıştır. Yukarıda değinilen diğer duruşma salonu öğeleri bu hissiyatı seyircide dahada güçlendirecektir. Oyunun atmosferine daha çok girmelerini sağlayacaktır. Duruşma salonundaki performatif öğeler bir diğer performatif etkinlik olan tiyatro sahnelemesinin doğal bir parçasıdır.

    “Orospuya orospu denir.“

    Oyunda annenin kızına hitaben zikrettiği bu cümle, hukuk kurallarına yansımış toplumsal bir kanıdır. TCK’ya göre suçu kesinleşmiş kişi hakkında bu suçu işlediğini ifade etmek hakaret suçu sayılmayan istisnai hallerdendir. Örneğin hırsızlık fiilinin işediği kesinleşmiş mahkeme kararıyla sabit olan kişiye “hırsız” demek hakaret suçu sayılmaz. Hakkında böyle bir karar olmayan kişiye ise “hırsız” demek hakaret suçunu oluşturur.

    İsnadın ispatı 

    MADDE 127 – (1) İsnat edilen ve suç oluşturan fiilin ispat edilmiş olması halinde kişiye ceza verilmez. Bu suç nedeniyle hakaret edilen hakkında kesinleşmiş bir mahkûmiyet kararı verilmesi halinde, isnat ispatlanmış sayılır. Bunun dışındaki hallerde isnadın ispat isteminin kabulü, ancak isnat olunan fiilin doğru olup olmadığının anlaşılmasında kamu yararı bulunmasına veya şikayetçinin ispata razı olmasına bağlıdır.
    (2) İspat edilmiş fiilinden söz edilerek kişiye hakaret edilmesi halinde, cezaya hükmedilir.

    Türk Ceza Kanunu

    Annenin bu sözünün hukuktaki yansıması avukatların argümanların doğrudan dahil edilebileceği gibi anne ile kız arasındaki tezat ilişkiyi, gerçeklik algılarının dayanağını oluşturan farklı ahlaki değerleri, tezatları vurgulamada kullanılabilir.

    Konuyla ilişkili bir başka kanun hükmü ise suç oluşturan fiili işleyen kişinin suçun maddi unsurlarında hataya düşmesi halinde suçtan ceza almaması kuralıdır. Annenin hakaret suçunu işlediği iddiasına karşı savunma olarak kullanılabilir.

    “Teyzemin dediğine göre.“

    Oyunda sergilenen duruşmada tanıklık yapan kuzen, kendi duyularıyla algılamadığı bir olay hakkında beyan vermektedir. Usul hukukuna göre yalnızca davalı veya davalıdan duyduklarını aktaran tanık beyanı hükme esas alınamaz. 

    Bu kural hukukun objektif değerlendirme yapması için getirilmiştir. Oyun açısından değerlendirildiğinde, bu cümle çocuğun anneye karşı kendi içinde tezat, bir yandan anneye güven duyan ve devamı olan karakteri, diğer taraftan ise anne ile çatışan karakterini yansıtabilecek bir söylem olarak yer almaktadır. 

    Oyunun diğer bölümlerinde de kuzen ve çocuk arasında aynı şekilde çocuğun iki tezat psikolojisini veya bilinç-bilinçdışı algılarını yansıtan ancak aynı kişi olan iki karakteri izlenimi doğmaktadır. Oyundaki tanık beyanının anneye körkütük inanan bir yön sergilemesi, karakterin bütünlüğünü güçlendirmekte, zaafını göstermektedir.

    Monotonluk

    Duruşma salonundaki, ağır aksak konuşma tarzı, monoton dialog yapısı oyunda çok daha hızlı bir ritme sahiptir. Duruşmadaki daha monoton ve sıkıcı konuşma ritmi, oyunun sergilenmesinde doğrudan diyalogları yavaşlatmadan da sağlanabilir. Örneğin, tabiri caizse mikro ölçüde kopyalanmadan, daha geniş boyutta ritim farklılığıyla, keskin duraksamalarla yansıtılabilir.  

  • Yeme Biçimleri

    Haziran 22nd, 2023

    “Ben bir kişi değilim biliyorsunuz. Ben dışardan bir kişi olarak gözüksem de aslında benim içimde birçok potansiyel vardır: şu da olabilirim, bu da olabilirim, o olabilirdim, keşke bu da olsaydım gibisinden bir dizi kişilik vardır insanın içinde. Bunlar kimdir, nasıl tanımlıyoruz bunları?“

    Kemalizm ve Dindarlık

    Kemalizm ve dindarlık görünürde her ne kadar zıt kutuplarda yer alsalar da bağnazlığın iki halinden ibarettirler. İki görüş de muhafazakardır. Kutsalları vardır. Tutucudur. Gerçekliği anlamak için birkaç kuralı kullanırlar. Belki de ideolojik oldukları ölçüde dünyadaki birçok fikir akımıyla aynı kaderi paylaşırlar. Hakim oldukları toplumsal grupları, dünyayı anlama konusunda şekillendirirler. Homojen gruplar yaratırlar. Gruba dahil kişilerin her birine aynı kural kümelerini vererek onların dünyaya bakarken aynı süzgeçleri kullanmalarını sağlarlar. Bireyler kendi bakış açıları körelerek birbirine benzer bakış açılarına sahip olmaya başlar. Böylelikle işleri kolaylaşır. Herhangi yeni bir durum veya olayla karşılaştıklarında bu duruma özgü gerçeklikleri tek tek tartıp biçmekle uğraşmak zorunda kalmazlar. Bunun yerine halihazırda verilmiş olan süzgeçlerden faydalanırlar. Daha az yorucu bir süreçten geçerler. Kişinin böylece tasarruflu olması gibi bir fayda sağlanır. Buradaki ekonomi akli gücün tasarruflu kullanılmasıdır.  

    Tabu

    Akli güç tasarrufu tabulara yol açtığı ölçüde tehlikelidir.Kalıplaşmış düşünce şekilleri ortaya çıkarır. Tabular kişilerin kendilerinden uzaklaşmasına yol açar. Yabancılaşma ile iç içedirler. O kadardır ki tabular yaşamı tek tipleştirir. Kişinin mezarına tabularını yazmak kendi ismini yazmaktan daha anlamlıdır. Çünkü o doğumundan ölümüne kadar tabuları yaşatmıştır. Kendini değil. 

    Dış dünyada güncel olarak karşılaşılan yeni olgular tabular tarafından anlamlandırılır. Tabu sayesinde bu yeni olgular, zihinde halihazırda var olduğuna inanılan, geçmişte deneyimlenmiş özel bir olgular kümesi zannedilir. Farklı zamanlarda gerçekleşen farklı olaylar, aynı olaymış gibi yaşanır. Benzetme, her seferinde aynılık yanılgısına yol açar. Her seferinde kişi aynı duygulara kapılmaktadır. Bu duygular, bazı olaylara çağrışım yaparak o anda meydana gelmekte olan olayın görüntüsünü çarpıtır, farklılıklarını görünmez hale getirir. Sonuç olarak kişinin hayatta hissedebileceği duygular kısıtlanmış olur. Yeni şeyler yaşansa da adeta o kişi tekrar tekrar aynı hayatı yaşamaktadır. Dolayısıyla yaşadıklarından farklı sonuçlar çıkaramaz. Yeni bir insan olamaz. Değişim geçiremez. 

    Değişim zordur, ancak değişim olmadıkça kendimiz olamayız. İşte bu yüzden tabular kişinin benliğini kendi himayesine almaktadır. Benliğin yolculuğuna engel olmuş ve kendi tayin ettiği kadere mahkum kılmıştır. Bu sebepledir ki mezar taşına isim yerine tabuların yazılması daha gerçekçidir. Yaşanan o kişiye ait bir hayat değildir. Birçok kişinin yaşadığı hayatın bir diğer suretinden ibarettir.

    Yaşadığımız duygular anımsamada önemli rol oynar. Gördüğümüz olayın ne olduğunu anlamamıza yardımcı olur. Fakat, var olan olayın farklılığını görmemize engel olduğu ölçüde gözümüzden kaçan bu yeni olayın bize hissettireceği yeni duyguları tatma fırsatımız yok olur. Bu şekilde tabunun toplumsallığı ortaya çıkar. Toplu olarak yerleştirilmiş duygu ve anlamlar zihinlerde tekrar tekrar cereyan eder.  Birçok kişi aynı duyguları paylaşır. Yaşadığı olaylara aynı anlamları yükler. Yeni şeyler yaşadığının farkında değildir. Dış dünyada yeni olaylar meydana gelse de o zihninde tekrar tekrar aynı şeyleri yaşar.  

    Burada anlatılan durumun bir panzehiri yoktur. Hastalık doğal yollarla iyileşmediği müddetçe benliğin ölümü kaçınılmazdır. 

    İdeoloji

    İşte bu çerçevede hayatın tümüne bakmak mümkün olmakla birlikte ideolojilerin yarattığı sonuçlar da değerlendirilebilir. Her ideoloji belirli bir alana odaklanmamızı, odaklanmamız detaylara nüfuz etmemiz sağlar. Detaylara nüfuz etmemiz ise bakış açımızın daralmasını yol açar. Üniversitelerde okutulan her disiplin uzmanlık sağlarken yine aynı şekilde bakış açımızı kısıtlar. Yine analitik zekamızı kullanarak detayları çözmemizi sağlayan meslek grupları da aynı şekilde yan etki olarak bakış açısı darlığı doğurur. 

    Yemek

    Yemenin hislerle olan ilişkisi çok kuvvetlidir. Yemek sosyalliktir. Yemek ile insan ilişkileri iç içedir. Duygular ve hisler aracılığıyla bağlanma yaratır. Duyguları ve hislerimizi kontrol altına almak için yemeğe karşı nefis kontrolü dinlerin temel araçlarındandır. Duygular ile tabular ise iç içedir. Duygu dalgalanmalarının şekillendirilmesi tabusal süreçlerin yaşanmasını güder. Bir tabu yarattığımızda, bir yasak yaratmış oluruz. Yasak yarattığımızda ise tabu yaratmış oluruz. İşte yiyeceğe özgü yasaklar bu sebepledir ki zihinlere açılan bir kapıdır. Dogmanın yaratılmasından bizzat sorumludur. Nasıl ki kişi yeme yasaklarını uygulamak için zihnini ehlileştiriyorsa kutsalların özünü oluşturan düşünme yasaklarına da o kadar hazır hale geliyordur. Kutsalın sunduğu değer ölçüsünün sorgulanması yasaktır. Yeme yasağını uygulayan insan farkında olmadan kutsalın getirdiği yasağa da uymak zorunda kalmaktadır. İdeolojinin koyduğu düşünce yasağı ancak ve ancak sorgulamamayı alışkanlık haline getirmekle devam ettirilebilir. Yeme yasağı bu alışkanlığın oturmasına yardımcı olur. İdeolojik gruplarda bu tip tabu tuzakları her köşeye yerleştirilmiştir. 

    İnsan doğası yasakları çiğnemeye meyillidir. Çünkü yasaklar özgür ruhu mahkum etme çabası içindedir. Düşünen birey, yasakları sorgular ve güdüsel olarak çiğner. Buna karşı geliştirilen yöntemler çökmeye mahkumdur. 

    Yemenin sosyalliğinin yanı sıra bireysel boyutu yer alır. Daha doğrusu yemek aracılığıyla sosyalliği yaşayan bir birey mevcuttur. O sosyal ilişkide bireyin benliği yer alır. Benliği ile diğerleri arasında yeni dengeler kurulur. Yemek ile bağlar kuvvetlendirilebilirken, başka bağlar da zayıflatılır. Yemek birlikte hissetme ve dolayısıyla düşünme aracıdır. İdeolojik değer yargılama sürecini yemeğe taşıyarak bireyin kendisiyle olan ilişkisi de etkilenir. Kişinin benliğini yargılamasının yolu açılır. Bunun yarattığı kısır döngü tabusal sürecin tam olarak ihtiyacı olan şeydir. 

    Yeme yasaklarına uyma, kişinin yasakları delme güdüsünün ehlileştirilmesini sağlar. Yasaklara boyun eğen bir kişilik yaratılır. Boyun eğen kişi ezilmeye mahkumdur. Onun kendi adına düşünmesi mümkün değildir. Baskılanmaya, kandırılmaya karşı acizdir. Kendisine yabancılaştırılmış bir kişi yaratılır. Çünkü yeme içgüdüsü gibi kendisine ait bir öz parçasını yadırgar hale gelmiştir. Yeme alışkanlığını daha fazla sorgulaması yasaklanmıştır ve bu yasağı delmek kutsala aykırıdır. Dolayısıyla yasağı delme içgüdüsüne de yabancılaşmıştır.  

    Yasakları delme kuvvetinden arındırılmış bu kişi, hayatın diğer alanlarında da mekanik şekilde hareket etme alışkanlığını sürdürür. Ancak burada oluşturulan sorgulama yetisinin kaybı ile bir yargılama süreci yaşatılmaktadır. Kişinin sosyal yapı içerisinde ve kendisiyle olan ilişkisi içinde yargılaması devam etmektedir. Değer yargısı gündelik tekrarlanan, içgüdüsel, kontrolü zor bir alana taşınmıştır. Günlük fiziksel hareketlerin, belirli zamanlarda aynen tekrarlanmasından oluşan ibadetlere nazaran (namaz vb.) yemek üzerinden oluşturulan ibadet gerçekleştirilmesi daha güç bir ibadettir. Çünkü insanın yeme gibi bir temel ihtiyacı, içgüdüsü çok kuvvetli ve çok yabanidir. Ancak bunu başardığınız vakit çok daha etkili ibadet sonuçları doğar. İbadet edenin bedeni ve zihni en temel içgüdüleri vasıtasıyla kutsallara inanmaya hazırdır. Adeta günlerdir karnı aç bir canlının gözü dönmüşlüğüyle kutsallara doymaya ihtiyacı vardır. Onun sorgulama kuvveti çoktan yok olmuştur. 

    Yemek aracılığıyla devam ettirilen değerler yargılaması, her gün ve saat sürer. Yemek bireyin kendisiyle olan ilişkisinin de bir parçası olduğu için kişinin kendisini yargılaması aracına dönüşür. Kişinin kendi temel içgüdüsünü yargılamasına, bastırmasına vesile olur. Özgür düşünce de temel bir içgüdüdür. Bunun önünü tıkamak için bireyin temel içgüdülerini dinleyebilmesine engel olmak gerekir. Kişinin geçmişte yaptıklarını, geçmişteki benliğini sorgulaması, bugünkü benliğini sorgulaması ve gelecekte olacağı kişiyi sorgulaması iç içe geçmiştir. Aynı kişinin bu farklı kişilikleri arasında seçimler yapması benliğini bulmak için gereklidir. Yemeğin ibadet haline getirilmesiyle bu sürece müdahale edilir. Yemek ibadeti yapan kişi farklı zamanlardaki benlikleri arasındaki değerlendirmeye artık bizzat yapmaz. Bunun yerine ona sunulmuş değer yargı sistemine açısıyla yapar. Bundan böyle aracılık söz konusudur. Halbuki kendi benliğini bulması için bunu özgürce yapabilmesi gerekir. Farklı zamanlardaki benliklerini yasaklara tabi olmadan değerlendirmek benliğini bulmada zaruridir. Ancak yemek ibadetinde kişi geçmiş hali tarafından yargılandığını hissedebilir. Kendisi tarafından yargılanan kişinin girdiği kısır döngü kuvvetlidir. Bu hal, yemenin sosyal olarak ideolojikleştirilmesi durumunda, öz yargılamanın dışarıdan tekrar tekrar alevlendirilmesine imkan sağlar. Bu öz yargılama ve denetim mekanizmaları devamlılık için şarttır. Yoksa kişi ona sunulan bu ideolojik değerleri sorgulamaya başlar. Oysaki sorgulamak doğasının bir parçasıdır. Çünkü kişi hayattaki yolculuğuna devam etmelidir. Fakat grup, artık onun başka bir durağa yolculuk yapmasını istenmez. Gruba ait kalması istenir. Grubun doğuşu ve devamlılığı bu mekanizmadan ibarettir.

    Değişim

    Dünya değişkendir. Kişinin benliği dünyada değişmeye muhtaç ve değişime karşı acizidir. Mekanlar ve zamanın kendisi benliğimizi değişim akıntısında sürükler durur. İster bir yerde sabit kal, ister gez, etrafındaki dünya değişir. Kişinin gezmesi halinde ise ister istemez görmediği, alışmadığı olgularla, kokularla, renklerle karşılaşacaktır. Sorgulaması, değişime açık bir insan haline gelmesi kaçınılmazdır. Gezen kişinin yedikleri değişecektir ve gördüğü yemekler ve yerel olgular karşısında yolculuğa alışacaktır. Bu değişimin kaçınılmazlığının bir örneğidir. Ayrıca yemeğin kendisi de bir yolculuktur. Yemek, ritüeller aracılığıyla anılarımıza dokunur. Yeni kişilerle tanışırken bir araçtır ve tanışmayla birlikte benliğimiz bir kez daha değişime açılır. 

    Uyuşma

    Unutulmaması gereken; kutsallar adına ibadete başlayan kişinin bir sürecin başında değil, sonunda olduğudur. Onun kalıplaşmış zihin yapısı o kadar katılaşmıştır ki geldiği son nokta bu durumun sadece tescilidir. Bu nedenle yemek ibadeti gerçekleştirme aşamasındaki kişinin artık kalıplaşmış düşüncelerden kurtulması imkansızlaşmıştır. İbadeti, kişi ile dış dünya arasında bir duvar örmüştür. Artık o kişi hissizleşmiştir. Hissizleşmiş ve uyuşmuş kişilere ulaşmak mümkün değildir. Onların yaşadığı duyguların coşkusu ve renkleri gölgelerden ibarettir. 

    Kalıplaşmış düşüncelerini sırtında uzun yollar boyunca taşıyan bir kişiye bakıldığında, meselenin esası içgüdüleriyle ilgilidir. Kişinin bu yükünü indirmeye, hissizleştirilip uyuşturulmaya ihtiyacı vardır. Onun da herkes gibi özgür düşünme içgüdüsü vardır. Fakat özgür düşünce içgüdüsünü, kendini bulma güdüsünü kontrol etmeyi bilmez, beceremez. Bundan dolayı bu dürtüleri himaye altına alma ihtiyacı duymaktadır. Kişinin temel iç güdülerinden olan sorgulama ve yasakları çiğneme dürtüleri öylesine engellenmiştir ki, öylesine bastırılmıştır ki, öylesine körelmiştir ki adeta kısırlaştırılmış bir hayvan gibidir. Evet, toplum, düzen, sistem bireylerin düşünme yeteneğinin doğal haliyle gelişmesini sağlayan ve dünyamızda doğal olarak bulunun öğeleri öylesine yok etmiştir ki bireylerin benliklerini taşıyabilecek dirayetleri kalmamıştır. İçinden gelen böylesine kuvvetli bir dürtü, dışarı çıkamadığı için kişinin içinde öyle feci bir baskı oluşturur ki rahatlama için kişi uyuşturulmaya ihtiyaç duyar. Sorgulamamak bir seçim değildir. İnsanın toplum tarafından kısırlaştırılmasıdır. Benliğini kaybeden kişilere sebep olur. Artık o kişi bu yaşayamadığı güdüsünün hissizleştirilmesi için kıvranır hale gelir. 

    Sistem kişinin sorgulamasını istemez. Sorgulamayan kişi birey olamaz. Kendine özgü bir benlik keşfedemez. Bunun yarattığı içsel baskı muazzamdır. Çünkü düşünmek ve kendini bulmak temel bir güdüsüdür. Bu baskıdan kurtulmak için kişinin uyuşturulması gerekir. İşte bunu yapmanın yolu ise ona suni bir benlik kazandırmaktır. Oysa ona sunulan benliği oluşturan kimlikler ve değer yargıları kendisine ait değildir. İdeolojik bir gruba aittir. Tabular ve ibadetler vasıtasıyla ona aitmiş yanılsaması kazandırılır. İçinde bulunduğu tıkanıklığı geçiştirmesi sağlanır. Bu aşamada yemek üzerinden ideoloji ve ibadet, sistemin başlattığı yok edişin son adımların birini oluşturur. 

    İdeolojiler sistemin uçlarında olan isyan duygusunun suni halini alır. Böylelikle ideolojilere sıkışmış bir toplum meydana getirilir. Benliğini bulamayan bu toplum büyüyemez. Toplumsal değişimin önü kesilmiştir. Tabu toplumunun kısır döngüsü devam eder. Kutsallar doğrultusunda yargılamanın kendisi devam eder. Halbuki yargılamanın kendisi tek başına böyle sonuçlara yol açmak zorunda değildir. Yargılama ancak sadece kutsallarından üzerinden devam eden ve dengeleyecek hiçbir başka yargı mekanizması bulunmayan hallerde tehlikelidir. Kendi öz kutsallarını yaratmanın ise bir sakıncası yoktur. Ancak bu meşakkatli bir yoldur. Hele ki toplumu topyekun uyuşturan bir sistemin içinde…

    Doğa

    Kişiyi yargılama hakkına haiz olan ancak kendisidir. Bireyin bu şekilde kendi yolunu çizmesi doğadan kopmuş olduğumuz için artık çok nadir karşımıza çıkar. Nitekim artık evrimleştiğimiz mekanda yaşamamaktayız. Kendimize olan yabancılaşmamız günümüzde kaçınılmazdır. Ancak yine de kendi kutsallarımızı oluşturmamız mümkün. Sistem, tehlikeli duyguları kanalize ederek bunun önüne geçiyor. İdeolojik gruplar aracılığıyla isyan duygusu bünyeden dikkatli bir şekilde arındırılıyor. Bu suni süreç sistemin işini görürken sisteme karşı herhangi bir tehlike arz etmiyor. 

    Yaşadığımız doğadan kopuk ve suni bu ortamda kendi doğal güdülerimizden kopmamız olağan. Yemek gibi temel bir güdümüz doğanın enginliğine tabiyken dizginlenemez bir vahşilikteydi. Bugün kendi doğamızdan yabancılaşmanın bir boyutu da yeme içgüdümüze sıçramış durumda. Bir zamanlar doğanın kucakladığı benliğimizden uzaklaşma yolunda bir müdahale de yeme içgüdümüz üzerinden yapılıyor. Benliğimizi gerçekleştirmemize yapılan müdahaleler ise hiçbir zaman masum değil.

    “Kendini ve toplumu algılayış biçimleri son kuşaklar boyunca nasıl evrilmiş? İnsanlar toplumda ve kendi ruhlarında beni tanımlarken neleri görüşmeler, nelere önem vermişler? Bu süreci anlamak önemli bir şey. İnsan dediğin mahluk ne yapıyor son zamanlarda cevap verebilmek için önemli? Tüm gerçek romanların, iyi romanların, yani çöp olmayan romanların; ortak bir işlevi vardır, temel bir işi vardır. Bu iş nedir? Beni ve bizi tanımlamaktır. Biz derken bu küçük bir biz olabilir, bizim köy olabilir, bizim ülke olabilir, bizim insanlık olabilir. Biz neyiz, bizi bir arada tutan mekanizmamız nedir sorusuyla cebelleşir iyi bir roman, ve bununla birlikte ben neyim? Ben bir kişi değilim biliyorsunuz. Ben dışardan bir kişi olarak gözüksem de aslında benim içimde birçok potansiyel vardır: şu da olabilirim, bu da olabilirim, o olabilirim, keşke bu da olsaydım gibisinden bir dizi kişilik vardır insanın içinde. Bunlar kimdir, nasıl tanımlıyoruz bunları?“

    S. Nişanyan
  • İnsandan Sabun: Naziler Yahudileri Sabun Yapmadı

    Haziran 11th, 2023

    Ülkemizde çok bilinmese de özellikle Avrupa’da ve ana akım batı sineması gibi alanlarda Yahudilerin sabun yapıldığı neredeyse yer çekimi gibi, geceyle gündüz gibi, varlığı sorgulanmayan bir şey.

    Bu yaşıma kadar benim de hiçbir zaman üzerinde düşünmediğim ve kanıksadığım bir gerçekti. Taki geçtiğimiz hafta bir anda içime bir kurt düşene kadar…

    Gerçekten de Yahudilerin yaşadığı bu kadar dehşeti bildikten sonra, bu sabun olayını da kanıksamak çok kolay. Özellikle de üzerine hiçbir şekilde konuşulmayacak korkunç bir konu olması sebebiyle hiç sorgulanmaması bir o kadar doğal.

    İnsan Yağından Sabun

    Fight Club sayesinde insan yağından sabun yapıldığını öğrenmiştim. Bunun dışında insandan sabun yapılmasına dair tek duyduğum şey ise Yahudilerin olayı olmuştu.

    Dediğim gibi geçtiğimiz hafta bir anda aklıma bu sabun olayı geldi ve içime bir kurt düştü: “Ben nereden biliyorum ki Yahudilerin sabun yapıldığını?” Sonuç olarak google’dan konuyu araştırmaya başladığımda Nazilerin Yahudileri sabun yaptığına dair somut bir yazı bulamadım. Auschwitz.org diye bir site karşıma çıktı ancak bunu açıp incelemdim çünkü tarafsız olmayabileceğini düşündüm ve açıkcası önümde araştıracak bir konu varken bir de ikinci olarak kaynağın tarafısızlığın araştırmaya üşendim. Diğer taraftan Almanların Yahudileri sabun yapmadığına dair bir iki laf eden yazılaraysa ister istemez Avrupa’da (klişe lafı kullanacağım) “yükselişte olan” aşırı sağcıların uydurduğu içerikler olabileceği güvensizliğiyle yaklaştım. Sonuç olarak okuduğum hiçbir şeye güvenmeyerek şunu gördüm: bu konuyla ilgili yazılmış Google’da çok az şey var ve hepsi de muallak yazılar. Bu bile bu konunun ne kadar şaibeli olabileciğini gösteriyor. Nitekim günün sonunda böyle Amerika’daki Yahudi soykırımı müzesi müdürlerinden birinin müzede sabuna yer vermekten vazgeçtiğini çünkü yeterli delil bulamadığı ifadeleri beni Almanların Yahudileri sabun yapmadığına, yapmış olsa bile bunun kabul edildiği gibi yaygın ve sistematik bir durum olmadığına ikna etti: the Soap Myth.

    İnsandan Sabun Yapılmış Olabilir

    Diğer taraftan sabun yapılan insanlar olduğu ve bunların Almanlar tarafından 2. Dünya savaşında yapılmış olabileceğine dair çok münferit olaylara dair de bir şeyler okudum. Gerçekten insan yağından sabun yapılmış (olabilirmiş) fakat bu Almanya’da değil Polonya’da olmuş. Galiba psikiyatri kliniğindeki kişiler kullanılmış. Yani yine güçten düşmüş, zayıf kişiler hedef alınmış. Şunu da ekleyeyim, Almanların bazı askerleri sabun yaptığını söyleyenler de var.

    Bana sonuç olarak çok inandırıcı gelen bir teori şu oldu: kamplarda Yahudileri korkutmak için sabun yapılacakları yaygın bir biçimde söyleniyormuş. Bunun da tetiklemesiyle ortaya bu mit çıkmış. Yani sonuç olarak Nazilerin sabun yaparken insan kullanması büyük oranda bir mit, gerçek değil. Gerçek olsa bile bizim bunu elimizdeki verilerle bilmemiz mümkün değil.

    Peki bunun önemi ne? Herhalukarda bu kadar korkunç bir konuda neden yazma ihtiyacı duydum? Öncelikle şunu belirteyim Yahudilerin çektiği şeyler o kadar fazlaki bunlara bir ekleme yapmaya gerek yok. Asla küçümsenecek, inkar edilecek şeyler değil. Ancak böylesine büyük bir mağduriyette dahi bilgi kirliliği ciddi oranda olabiliyor ve bu bizim manipülasyona ne kadar açık olduğumuzu gösteriyor. Her türlü aşırı sağcılığın ve ayrımcılığın önlenmesine buralardan başlanmalı. Yahudilerin mağduriyetleri öyle boyuttaki ve Almanların savaştan sonra konuya dair söz hakları o kadar kısıtlı ki, böylesine absürt mitler ortaya çıkabiliyor. Sonuç olarak tüm düşmanlıkların, “zenofobinin” ve ötekileştirmenin bu var olduğu öylesine kanıksanmış, sözü dahi edilmeyen “yanlış” gerçeklere dayandığını düşünüyorum. Bunların da kelebek etkisiyle büyümemesi için bir yerden başlamak lazım.

    Kaynakça

    The Soap Myth

Proudly powered by WordPress

 

Yorumlar Yükleniyor...